Tokat'dan Güncel Haberler

Arabesk filmlere taş çıkaracak bir hikâyenin adı: Hüseyin Özer

SIFIRDAN ZİRVEYE, TOKAT’TAN LONDRA’YA: DÜNÜNÜ UNUTMAYAN ADAMIN BAŞARI HİKAYESİ

  • “Anlatsam film olur” denir ya. İşte onunki tam da böyle bir hikaye… Hem de değme arabesk filmlere taş çıkaracak cinsten…

CEMAL İNCESOYLUER’İN RÖPORTAJI

Onunki türlü yokluklarla, dramlarla başlayıp ilmek ilmek zirvelere tırmanışın hikayesi… Değme Yeşilçam yapıtlarına, arabesk filmlere taş çıkaracak bir hikayenin adı o…

Tokat’ın evladı Hüseyin Özer,  Türkiye’den İngiltere’nin başkenti Londra’ya gideli neredeyse yarım asır olmuş. Reşadiye’nin kavruk yağız delikanlısı iken nasıl bir cesaret ise kalkmış Londra’ya kapak atmış? O vakit hayaller biriktirmiş. Adeta Londra’da hayallerine yüzme öğretmiş.

Yıl 1982 iken ilk birikiminin ilk yatırımı “Hüseyin Özer Eğitim ve Kültür Vakfı” olmuş. Bu hayalden öte, bir vizyon, bir ufuktur. Söyleyin, hangimiz dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız küçük bir birikimi vakfa yatırırsınız? İşte, Hüseyin Özer’in başarısı ve insan merkezli hikayesi de tesadüfi değil. Onu dinledikçe, gözlerindeki parıltıyı, ağzından çıkan cümlelerdeki ışığı fark edersiniz. Sizi alıp götüren hedefleri ve yerinde duramayan heyecanla atan yüreğinin tılsımına katılırsınız. Konuşurken içindeki okumamışlık sendromunu ciğerlerinize kadar hissedersiniz. O sebeple, 40 yıl önce ilk birikimiyle vakıf kurup ihtiyaç sahibi öğrencileri okutmak ve burs vermeyi hayatının merkezine yerleştirmiş. Hiçbir zaman Türkiye’den ve Tokat’tan kopmamış. Anlatırken gözlerinin buğusu, ağladı ağlayacak denilecek yaşlanması, hep dününü yaşadığındandır. Yoksulluk, açlık, gurbet, hayata karşı tek başına yiğitçe direnişi, insana dair bütün retorikleri yıkıp geçen bir mangal yüreğin tezahürüdür.

Hüseyin Özer, bütün Türkiye’nin hatta dünyanın tanıdığı bir isim. Öyle bir hikayesi var ki, arabesk filmleri yanında hiç kalır. Film senaryoları belki birkaç kişinin karma yaşam öyküsünden harmanlaştırılmıştır ama Hüseyin Özer’in öyle değil. Dramın dibi olmuş sahici bir yaşam öyküsüdür.

Hüseyin Özer’in Londra da restoran zinciri var. Türkiye ve özellikle Tokat mutfağını Londra’ya taşıyan ve Büyük Britanya Krallığı’na özel yemekler hazırlayan Hüseyin Özer, hem bu ününe, hatırı sayılır zenginliğine ve entelektüel yapısına rağmen mütevazılıkta belki de dünyada ilk 10’a girecek bir tavrın sahibidir. Onu hiç görmemiş olsanız, ‘Ben Hüseyin Özer’im’ dese, buna inanamazsınız. Abartıdan çok uzak, samimi ve tevazunun bütün koşullarını bir libas gibi taşıyan bu adam, öncelikle Tokatlı olduğu için gurur duyacağımız başat isimlerden birisidir Hüseyin Özer…

Uzun bir röportaj yaptım Hüseyin Özer ile. Bir dünya markası isimle konuşmak o kadar da kolay değil. İlkeleri olan bir adam. Anlattıkları salt düne dair değil, bugüne ve yarına ilişkin projeleri de çok önemli… Çünkü, dünya markası Hüseyin Özer, aynı zamanda insan biriktiren bir adam.

Hüseyin Özer, dünyaya geldiği Tokat’a bağlı bir köyde doğumundan Ankara’ya, askerliğin ardından İstanbul’a ve Londra’ya ulaşmasına, restoranlar zinciri sahibi olmasına kadar yaşamından kesitleri açık yüreklilik ve samimiyetle paylaştı.

***

-Değme arabesk filmlere taş çıkaracak bir hikayeniz var. Baba ve annenizin boşanmasının ardından istenmeyen çocuk olarak birkaç hayvanla birlikte bir ağanın yanına verilmişsiniz. İlk olarak buradan başlayabilir miyiz?

– Tabii ki. Keçi güderken çoban Celal emmiden okuma yazmayı öğrendim. Değnekle toza, kara, taşlarla taşa, kayaya kayaya yazı yazmaya başladım. Evlatlıktan reddeden babamı vurmak için kullanacağım silahı alabilecek parayı kazanmak üzere annem beni bilet alarak Ankara’ya yolladı. 11 yaşındaydım, çocuğum diye kimse işe de almadı. Ulus’ta çakmaktaşı, benzin satıyor günde 75 kuruş kazanıyor, Sıhhiye’de bir tuvalette yatıp kalkıyordum. O tuvalet benim için çok güzeldi, çünkü yatacak yerimdi. Minnettarım ben o tuvalete. Kazandığım parayla köfte ekmek alamıyordum. Günde 75 kuruşa bir ciğerciyle anlaştım. Günde bir öğün ciğer yiyordum. Ankara’da tuvaletlerde yaşadım, meyhanelerde çalıştım.

 

 

 

DEMİREL’E MEKTUP YAZDI, GELEN CEVAPLA HAYALKIRIKLIĞINA UĞRAYINCA HAYATINI TOPYEKÛN DEĞİŞTİRECEK KARARLARI ALDI

-Ankara’da iken Süleyman Demirel’e mektup yazmışsınız? Ne talep ettiniz, ne yazdınız?

-İçimde bitmez tükenmez okuma aşkı vardı. Bu aşkla o samanın başbakanı Süleyman Demirel’e iki kez mektup yazarak beni okutması için talepte bulundum.

-Cevap alabildiniz mi?

– Birinci mektuba hiç cevap alamadım. İkincisinde ise İş ve İşçi Bulma Kurumuna yönlendirildim.

-Ne yaptınız peki?

-Hiç beklemediğim bu cevap karşısında çok içerledim. Çünkü ben iş istemiyordum ki! Zaten halihazırda tuvalet temizliği yapıyordum. Ben o okumak istiyordum, eğitim görmek gayesi taşıyordum. Zaten okuma yazmayı kendi kendine çoktan öğrenmiş ve yaşıtlarıma da öğretir bile olmuştum ancak içimde hep okula gitme arzusu vardı.

– Hayatınız boyunca hiç okula gidemediniz ama yıllar yıllar sonra dünyanın en prestijli üniversitelerinden birinden fahri doktora aldınız.

-Evet, arzu etmeme ve dönemin başbakanı Demirel’e mektup yazıp bu konuda destek talebinde bulunmama rağmen hayatım boyunca hiç okula gitme imkanı bulamadım, o şansım olmadı. Ancak yıllar sonra dünyanın sayılı üniversitelerinden Westminster Üniversitesi tarafından ortaya koyduğum üstün nitelikli çalışmalar dolayısıyla fahri doktora unvanına layık görüldüm. Salondaki seçkin davetli topluluğuna ve binlerce öğrenciye çocukluğumdan buyana içinde sönmeyen okuma heyecanımı, tutkumu anlatma bahtiyarlığını elde ettim.

İLKOKULA BİLE GİDEMEDİ AMA WESTMİNSTER ÜNİVERSİTESİNDEN “FAHRİ DOKTORA” UNVANI ALDI

-Tabii bu unvana layık görülmenizdeki en önemli kilometre taşı kurduğunuz vakıftı değil mi?

-Doğrudur. Henüz küçük yaşta aldığım arsayı satarak çocuk okutmak üzere vakıf kurdum. 40 yıl önce ilk birikimimle vakıf kurup ihtiyaç sahibi öğrencileri okutmayı ve burs vermeyi hayatının merkezine yerleştirdim. Westminster Üniversitesi “fahri doktora” unvanını şahsıma “Work Base Learning” yani “Çalışma Temelli Öğrenme” sistemini geliştirmem dolayısıyla verdi. Hayatımda hiç okula gitmeyen, gidemeyen bir Türk evladı olarak Londra’da ilk kazandığım parayla 1982yılında Tokat’ta Hüseyin Özer Eğitim ve Kültür Vakfı’nın kuruluş çalışmalarını başlattm. Dönemim siyasi şartları gereği resmi prosedür uzamış olsa da vakfımız faaliyetlerine başlamış oldu. O günden bu yana binlerce talebemin eğitimine maddi manevi katkılar sundum, hala da sunmaktayım. Kendim ilkokula dahi gidemedim. Bir defa hayatta insanlar eşittir ve bu eşitliğin ilk ve önemli şartı ilkokula gitmekle, gidebilmekle sağlanabilir. Bu sebepledir ki vakfımız ilkokula gidemeyen çocukları okula göndermek, gidenlerin de eğitimlerine destek olma konusunda Tokat ve Londra merkezli olarak tüm dünyadaki faaliyetlere destek olmaya devam etmektedir.

– Konu açılmışken önde gelen bir başka üniversite ile orta eğitim projelerine de imza attınız. Bundan da bahsedebilir misiniz?

-İngiltere’nin bir başka önde gelen üniversitelerinden Middlesex Üniversitesi, Londra Merkezli kurduğumuz Özer Akademi ile işbirliği yaptık. Geliştirdiğim “Çalışarak Öğrenme Sistemi” ile yüzlerce şef ve restoran işletmecisini eğitimden geçirdik, mezun ettik.

Middlesex Üniversitesi ile partneriz. Biz üniversitede ders vermiyoruz üniversite bize geliyor. Dekana göre, bu benzeri olmayan bir eğitim modeli. Bize atanan her öğrencinin bir işi oluyor, hem mesleği öğreniyor hem de para kazanıyor. Biz bir vakıfız ve bizimle çalıştıkları için biz devletten de fon almıyoruz.

AĞABEYİM ÖLMEM İÇİN ZEHİRLİ İNCİR VERDİ

-Eğitim bahsini açınca Londra günlerine de hızlı bir giriş yapmış olduk. Londra’daki başarı hikayenizi, iş modelinizi, kurduğunuz restoran zincirini anlatmadan önce Türkiye’de yaşadığınız diğer önemli dramatik hadiseleri unutmayalım. Mesela ağabeyiniz ölmeniz için zehirli incir vermiş doğru mu? Neden ve nasıl oldu, anlatır mısınız?

– Doğrudur. Annemden miras salan tarlalara ortak olmama mani olmak için ağabeyim bunu yaptı. Bir gün zehirli inciri ağzıma attım ama bir şey engel oldu ve hemen tükürdüm. Çocuklara anlattığımda bana bohçalarını açmışlardı ve ne güzel bir yemek yemiştim bilemezsiniz. Yani, zehir yediğim gün en mutlu günümdü.

MEYHANEDE KAZANDIĞIM PARAYLA KÖŞEYİ DÖNDÜĞÜMÜ ZANNEDERKEN BÜYÜK ŞOK YAŞADIM

-İstanbul’a geldiğinde meyhanede komilikten kazandığınız parayla köşeyi döndüğünüzü sanırken büyük bir şok yaşıyorsunuz ve bu hayatınızı değiştiren kilometre taşlarından biri oluyor sizin için. Paylaşır mısınız?

-İstanbul’a geldim. Meyhanede iş buldum. Komilikten kazandığım paranın büyük para olduğunu bu parayla köşeyi döndüğümü sanıyordum. Ve bu güvenle ev tutmaya gittim. Evini tutmak istediğim kadın, bu parayla ancak kömürlük kiralayabileceğimi söyledi.  Kömürlüğü tutarak yaşamaya devam ettim. Ve hayatımın kararlarını da orada aldım.

İNGİLİZCE ÖĞRENMEYE ORADA KARAR VERDİM

-Neydi o kararlar?

-Mesela, İngilizce öğrenmeye de orada karar verdim. Haftada iki gün emekli bir albaydan ders aldım. Askerlik sonrası talebeler arasına karışıp aldığım bir biletle Londra’ya geldim ve bir kebapçıda iş buldum.

-Londra’daki ilk günleriniz nasıl geçti?

– Bodrum katta yatıyordum. Kebapçı haftada bir gün kapalıydı. Alafranga tuvalette nasıl yıkanılırsa öyle yıkandım. 4 sene sonra ilk lokantamı ortak açtım. Sonra ayrıldığım bir lokantayı satın aldım. Sonrası devam etti ama bu kez haraç mafyası çökmeye çalıştı. Beni korkutamayınca elemanlarla oynamaya başladılar. Uzun süre sıkıntı yaşadım. Üretkenlik, en büyük mutluluk kaynağım.

ASALA VE PKK’YA KARŞI MÜCADELE

-Londra’da yazdığınız başarı hikayesi yazmanız hiç de kolay olmamış. İlk başlarda ciddi tehdit ve sabotajlarla karşılaşmışsınız. O günleri anlatır mısınız?

-Londra’nın merkezinde ilk restoranını açtığımda ASALA terör örgütünün dünyada diplomatlarımıza karşı düzenlediği saldırılar had safhadaydı. Londra’nın Merkezinde açtığı restoranına diplomatlarımızın rahat yemek yemesi ve yemekli toplantılarını gerçekleştirebilmeleri için kurşun geçirmez camlar taktırdım. ASALA tasfiye edildikten sonra ise PKK tarafından da sürekli olarak rahatsız edildim, haraç istediler. Dükkanın camlarını kırıp “Faşist Türk” pankartları haysiyetine ve onuruna saldırılarda bulunuldu. Her dönem “PKK mafyası” dediğim bu yapıyı püskürttüm. Haraç istemek için gelen terör örgütü PKK’nın İngiltere’deki lider kadrosuna “Benim evlatlarımı şehit eden kirli bir örgüte verecek bir kuruşum dahi yok benim” diyerek Birleşik Krallık’ta PKK’ya haraç vermeyen tek Türk olarak tanındım. “Türk Çarşısı” projesini öğrenen terör örgütü, şahsılara ve işletmelerine çok daha sinsi planlarla, İngiliz devletini dahi maniple eden hareketlerle saldırıya geçtiler. İngiliz istihbarat teşkilatına benim El-Kaide lideri olduğumdan tutun da polis servislerine “kokainman”, “çalışanlarına saldırıyor” gibi birçok iftiralarda şikayetler yaptılar. Bir taraftan mahkemelerde bana atılan atılan bu iftiraları temizlemek için uğraşırken-ki hepsini d temizledim- PKK’nın militanları da işletmelerimde çalışan işçilerin neredeyse tamamına yakınını tehditlerle, şantajlarla ve de parayla adeta esir almışlardır Özellikle en yakınımda olan genel müdür ve muhasebe müdürü PKK tarafından parayla satın alınmış ve bu süreçten sonra işletmelerimde sürekli sıkıntılar çıkmaya başlamıştır. Yemeklere atılan sigara izmaritleri, cam ve fayans parçaları, naylon plastikler, müşterilere verilen bozulmuş yemekler… Bunların hepsi markamıza, adımıza, onurumuza zarar vermek için yapılan saldırılardır. Türk Çarşısı’nı açmadaki kararlılığını ve ısrarını gören terör örgütü o dönemki genel müdürüm ve muhasebe müdürüm aracılığıyla tüm şirketlerin yüzde otuzunu haraç olarak istemiştir. Bunu da satın aldıkları otuz çalışana yüzde bir hisse şeklinde tanımlamışlardır. İngiltere ticaret kanunlarına göre bu otuz kişi ile alınacak yüzde otuzluk hisse, terör örgütüne şirketlerin tamamını yönetme yetkisi de veriyordu. Etrafımın sarıldığını, elimin kolumun bağlandığını anlayınca hemen ertesi günü bir satış acentesine giderek elimdeki kafe restoran ve bistroları zararına satışa çıkardım. Bu İngiltere’de gerçekleşen ilk zincir restoran satışıdır. Acente sahibinin dahi şaşkınlıkla izlediği bu restoranlar zinciri satış işlemi sırasında “Kim ne verirse hemen satıyorum” yaklaşımıyla hareket ettim. İngiltere’nin merkezi Londra’da ilk defa bir Türk tarafından kurulan restoran zincirleri bu şekilde satılarak küçülmüş oldu. Benim için para değil haysiyetim ve şerefim daha önemli. Eğer o gün o işletmeleri elimden çıkarmasaydım kazandığımız her kuruş PKK’ya gidecekti, çünkü adamlar hem çalışanlarımı hem de genel müdürümü ve mu-hasebe müdürümü satın almışlar, yapacak hiçbir şeyim yoktu. Ya haysiyetimi ve onurumu korumak durumundaydım ya da zaten başka bir seçenek benim aklımın ucundan bile geçmedi, geçemez ve geçmeyecektir.

KRALİÇE VE JOHNS’UN İLGİSİ

– Sonrasındaki süreçte neler yaşadınız, iş hayatında nasıl farkındalık ortaya koydunuz?

– Tüm bu olup bitenlere rağmen Londra’nın merkezinde elinde kalan iki restoranı ile hizmet vermeye devam etmekteyim. İngiltere Başbakanı Boris Johnson başta olmak üzere hükümetin birçok mensubuyla yakinen tanışmaktayım. Kraliçe’nin özel davetlerinin önemli konukları arasındayım. Kraliyet ailesi üyelerinin yöneticiliğini yaptığı “gentel men club”ların şeref üyesiyim. Yemeklerimizin sağlıklı ve lezzetli olmasının yanı sıra güven duyulan kişiliğimiz dolayısıyla devletin üst kurumlarının özel toplantı yemekleri halen Sofra restoranlarından gitmektedir. İngiltere’nin dünyada isim yapmış ve kraliyet ailesinin de yemeklerini severek yediği üç önemli şef vardır; Fransız mutfağının ünlü şefi İsviçreli Anton Mossimon, yine Fransız mutfağının Yunanlı şefi Nico Ladanis ve Osmanlı coğrafyasının yemekleri ile ünlü şef Hüseyin Özer. Markamız olan “Sofra Restoranları”ndan önce İngiltere’de Türk yemeği denildiğinde sadece dönerciler vardır. Ben de mesleğe dönercilikle başladım ancak Türkiye’den mülteci olarak gelen ve meslekten anlamayan niteliksiz işletmeciler sadece para kazanmayı hedefledikleri için, gece barlardan publardan çıkanların uğrak yerlerine açtıkları döner kebap dükkanları; lezzetiyle, temizliğiyle kalitesiyle değil tam tersi sarhoş yemeği olarak anılır oldu.

Yanımda işe aldığı diyetisyenlerle Türk yemeğini geliştiren ve tanıttım. Böylelikle restoranlarım ve menülerim sayesinde Türk yemeği bir kimliğe kavuştu. Dönerkebabı buradaki olumsuz şartlardan kaynaklanan kötü şöhretten restoranlardan kaldırmak zorunda kaldım.  Son nefesimde döner yemek isterim, bu güzelim yemeği mahvettiler, dükkanlarımdan kaldırmak zorunda kaldım, diyetisyenlerle Osmanlı coğrafyasının yemeğini geliştirdim, modernize ettim.

MEMLEKETİNE VEFA GÖSTERDİ

-Tokat’taki Şef Hüseyin Özer Gastronomi Akademisi projenizden bahseder misiniz?

-Bu projeyi sadece Tokat için ve güzel vatanım Türkiye için değil tüm insanlık için hazırladığımı belirtmek istiyorum. Elli yıllık meslek hayatımda işini hep en iyi yapan olmak istedim, bu sadece profesyonel çalışma hayatımda değil, köyde keçi güderken de bulaşıkçılık yaparken de komilik yaparken de hep aynı düşüncedeydim, işimin en iyisi olmak ve iyi bir insan olmak.

Çok şükür Allah’ıma beni lokantacı yaptı. Bu meslek tam benim karakterime uygun, insanları lokantalarımda ağırlayabiliyorum, onlara yemeklerimden ikram edebiliyorum. İnsanlar benim yemeklerimden yerken kendilerini iyi hissettiklerinde ben de kendimi çok daha iyi hissediyorum.

Çünkü ben lokantama gelen herkese kendi yediğim yemeği ikram ediyorum, kendi yemediğim yemeği hiç kimse benim lokantalarımda yiyemez. Başka yerlerde yemelerine de gönlüm razı olmuyor ama elden ne gelir. Benim yemeklerim temiz, sağlıklı ve lezzetlidir. Temiz, sağlıklı ve lezzetli yemekle beslenen insanların yanlış insan olmaları çok zordur. Yemek insanın kimyasını şekillendirir. Bu projeyi hayata geçirmeyi Allah’ım nasip ederse buradan yetişecek öğrencilerimi dünyanın dört bir noktasına yollayarak tüm insanların temiz, sağlıklı ve lezzetli yemek yemelerine katkı sunmuş olacağım. Hem de ülkemizi tüm dünyada en iyi şekilde temsil etmiş olacağız. İngilizlerin çok iyi kullandığı ve diplomaside “soft power” denilen bu gücü ülkeme kazandırmak istiyorum. Bu güç yemeğimizden, misafirperverliğimizden, adamlığımızdan gelen bir güçtür. Ondan sonra gönül rahatlığıyla ölebilirim. Bu benim insanlığa olan borcum, borcumu ödedikten sonra neden gönül rahatlığıyla ölmeyeyim ki? Sizlerden ricam projeyi yürekten okuyup değerlendirin, bu projenin tüm insanlığa geleceğimiz olan çocuklara bir armağanım olduğunun altını çizmek isterim.

-Proje fikri nasıl oluştu ve gelişti?

-Davetlisi olduğum ve Tokat yayın grubunun organize ettiği ödül gecesine katılmak için Londra’dan Tokat’a gelmiştim. Şahsıma Ahde Vefa Ödülü takdim edildi. Tokat En’leri Vali Recep Yazıcıoğlu Ödülleri töreninde ödülünü aldıktan sonra bir konuşma yaptım. Ahde vefayı ve bu manevi duyarlılığın karşılığı olarak memleketime, vatanıma, milletine ve Tokat’a olan sevgimi, bağlılığımı dile getirdim. Gecenin ardından şehrin ileri gelenleri Seyir Tepesi’nde üç yıla yakın süredir atıl duran kamu binasının yapılış amacına uygun olarak değerlendirilmesi için destek talebinde bulundu.

Seyir Tepesindeki atıl tesisleri inceledim. Londra’ya döner dönmez senelerdir içimde biriktirdiğim proje fikrimi ekibime açtım. Kafamdaki projenin tüm detaylarını ekibime anlattım. Bu projeye Tokat’a olan manevi borcum gözüyle bakmaktayım.

Tokat’ın Seyir Tepesi’nde faaliyete başlaması öngörülen Dr. Chef / Şef Hüseyin Özer Gastronomi Akademisi, Tokat markasını dünyaya tanıtacak, Tokat kültür ve turizmini dünyaya açacak, maddi imkansızlıklarla eğitim imkanından istifade edemeyen çocukların ve gençlerin eğitimlerine destek verecek birinci sınıf bir proje olarak tasarlanmıştır.

İki imparatorluk yani Osmanlı ve Britanya arasında kültür köprüsü işlevi de görecek olan proje; kültür sanattan, ekonomiye, dış politikadan, siyasi ilişkilere kadar bir çok alanda “soft power” etkisi yaratacak dinamiklere sahiptir.

Projenin açılışına başta sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzer Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin yanı sıra İngiltere’den bakanların, Kraliyet ailesi mensuplarının, lordlar kamerası üyelerinin de katılacağı görkemli bir açılış planlamaktayız.

-Projeyi hazırlattığınız ekibinize duygularınızı özlü bir şekilde anlatıp onların yüreklerine seslenmişsiniz. Neler söylediniz onlara?

– Ekibime şöyle dedim: Evlatlar, Türkiye’nin birçok ilinden bana restoran açmam için şehrin yöneticileri defalarca teklifte bulundu, özellikle dönemin Antalya Valisi Alaaddin Yüksel beyefendi Antalya Kaleiçi’nde benden dört beş yıl boyunca bir restoran açmam için ricacı oldu, hem restoranlarıma musallat olan PKK terör örgütünün militanlarıyla olan mücadelem, hem de ticari işlerin yoğunluğu nedeniyle kabul edememiştim. Fakat bu proje benim Tokat’a olan borcumu ödemem için büyük bir imkan. Hem ticari kaygıların ötesinde haysiyetimize, onurumuza, vatanımıza, milletimize olan düşkünlüğümüzün nişanesi olacaktır hem de tüm gelirinin okula gitme imkanı olmayan çocuklara gitmesi beni çok heyecanlandırıyor. Düşünsenize kendi memleketimizde de bir Akademi kurup kendi evlatlarımızı yetiştireceğiz ve dünyanın her yerinde kendi ülkemizin reklamını yapacak kadrolar yetişecek. Bu iş memleketimiz için çok önemli evlatlar!

LONDRA’DA BİR VATAN SEVDALISI

Dr.Chef / Şef Hüseyin Özer Gastronomi Akademisini bir vakıf hizmeti olarak gerçekleştirecek. Tokat’taki Akademi için yapacağı tüm maddi ve manevi yatırımı vakfa, yani başta Türkiye ve yakın coğrafya olmak üzere tüm dünyanın ihtiyaç sahibi çocuklarının eğitim giderlerine yapmaktadır.

Avrupa ülkesindeki birçok büyükelçi, Hüseyin Özer’den görev yaptıkları ülkelerde Sofra restoranları açmasını istemiştir. Türk kültürünün tanıtımına büyük katkıları olacak bu tekliflere Hüseyin Özer, PKK belası ile uğraşmaktan olumlu cevap verememişti. İçinde bir uhde olarak kalan bu teklifleri Dr. Chef / Şef Hüseyin Özer Gastronomi Akademisi ve T.C. Dışişleri Bakanlığı ile yapılacak protokol çerçevesinde başta Avrupa olmak üzere Türk Büyükelçiliği bulunan her yere Tokat’ta yetişecek öğrencilerini göndermeyi planlamaktadır. Hüseyin Özer, halihazırda İngiltere’de Türkiye Cumhuriyeti’nin gönüllü kültür elçisi olarak çalışmaya ve PKK mafyası ile mücadeleye devam etmektedir.

İngiltere’de Türkiye Cumhuriyeti turizm tanıtım broşürlerini dağıtabilen tek işletme Hüseyin Özer’in işletmeleriydi, PKK korkusundan PKK’lı olmayan Türkler dahi bu broşürleri dağıtamamıştır.

Hüseyin Özer, 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası Türkiye’ye turist olarak gideceklerden uçak biletlerini ibraz etmeleri halinde yemek ücreti almayacağını ilan etti. Medyada ilgi uyandıran bu haber ile aynı dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da gurbetçilere seslenerek “Arkadaşlarınızı, komşularınızı alın Türkiye’ye getirin” şeklinde açıklamasıyla Hüseyin Özer’in ne kadar doğru karar aldığını teyit etmiş oldu.

 

DÜNYA ÖLÇEĞİNDE TANINIR MARKA OLMAK

Hüseyin Özer’in bir marka yaratma ve işletmecilik sürecinde ortaya koyduğu mekan seçiminde potansiyel müşterinin niteliğini de sürece dahil etmesiyle ne kadar isabetli olduğunu restoranlarının önünde gece gündüz oluşan müşteri kuyruklarından da anlamak mümkündür.

Hüseyin Özer’in restoran işletmeciliğinde geliştirdiği teknikler sayesinde hem Sofra ve Özer markaları dünya ölçeğinde tanınır ve bilinir olmuş hem de marka yönetimi ve kurumsal kimlik oluşumunda sürdürülebilir dinamikleri elinde tutmuştur. Hüseyin Özer’in restoran işletmeciliğinin birincil belirleyicisi restoranın açılacağı bölgedir. Özer ve Sofra markalarına ait tüm işletmelerin Londra’nın merkezinde yer almasına özel hassasiyet göstermiştir. Hüseyin Özer; tarih, kültür, sanat ve turizm dinamikleri üzerinden geliştirdiği işletme felsefesinde açılacak işletmenin yer aldığı bölge büyük önem arz etmektedir. Hüseyin Özer bu durumun nedenlerini şu şekilde ifade etmektedir:

“ Londra dünyadaki hemen hemen tüm milletlerden insanların yaşadığı ve ziyaret ettiği bir şehirdir. Londra merkez ise başta Amerikalılar, Fransızlar, Araplar, Latin Amerikalılar, Hindistanlılar olmak üzere tüm dünya milletlerinden turistlerin geldiği dünyanın merkezidir adeta. Biz restoranlarımızı, kafelerimizi, bistrolarımızı açarken mekanın yer aldığı bölgeye çok önem veririz. İşletmelerimizin olduğu yerler dünyanın en önemli opera ve tiyatro salonlarına hep yürüme mesafesindedir. İngiltere’nin tarihi yapıları ve anıtları hep bu lokasyondadır. Buckingham Palace Mayfair’de kapı komşumuzdur. Bu bölgeye ziyarete gelenlerin de elbette bir kültür seviyesi var, insanlar Fransa’dan Belçika’dan Hollanda’dan Londra’ya tiyatro ve opera izlemeye geliyorlar, kültür seviyesi yüksek bu insanların damak tadları da elbette yüksek oluyor, ayrıca sağlıklı yemek konusunda çok hassas bir misafir kitlemiz var. İşte bunun için tüm dünya Sofra yemeklerini yiyor diyoruz. Bizim misafirlerimiz bir kere geldimi Londra’ya her gelişinde mutlaka bizi tekrar ziyarete gelir. Çünkü biz misafirlerimize sağlıklı, lezzetli ve temiz yemekler ikram ediyoruz. Bizim menülerimizin başında, şef Hüseyin Özer’in garantisi var, ‘Damak tadınıza uygun olmayan yemeği Hüseyin Özer kendisi yiyecektir’ diyerek lezzet garantisi veriyorum misafirlerimize.”

 

“Yemeğin kralı kraliçenin ülkesinde yeniliyor”

İstanbul Swiss Hotel Müdürü Mr.Speck Londra’ya gelip Hüseyin Özer’i bulur, Otelde ağırladıkları seçkin misafirlerine Türk yemekleri yedirecek restoranı iki yıldır aradıklarını ancak Türkiye’de bulamadıklarını belirtir. Mr. Speck Hüseyin Özer’e kendisini bulma hikayesini şöyle anlatır. “Gazeteci yazar Hıncal Uluç Yemek yazarı Ahmet Örs ile dost meclisinde Avrupa’da Türk yemekleri yiyecek bir tane bile Türk Lokantası olmadığından bahsedince Ahmet Örs, Hüseyin Özer’den ve Sofra restoranlarından bahseder, Hıncal Uluç da bir Londra gezisinde Hüseyin Özer’i ziyarete gelir ve Sofra yemeklerini yer. Türkiye’ye döndüğünde köşesinde Sofra restoranlarını ‘Yemeğin kralı kraliçenin ülkesinde yeniliyor’ diyerek anlatır, bu haberi okuyan Mr.Speck doğru Londraya gelir ve Hüseyin Özer’le tanışır.”

Sofra’nın bir şubesini İstanbul SwissHotel’e açmasını rica eder. Hüseyin Özer, çalışma planında bulunmayan bu teklife iş yoğunluğu nedeniyle önce olumlu cevap veremez. Mr. Speck’in yoğun ısrarları sonu- cunda bir şartla kabul eder, “Gelirim açarım, öğrenci yetiştirir onlara bırakırım” diyerek bu teklifi kabul eder.

Yıllar sonra Hüseyin Özer “iyi ki o teklifi kabul etmişim, bizim orada yetiştirdiğimiz öğrenciler sayesinde Türkiye’de artık büyük oteller yurt dışından aşçıbaşı getirmez oldu, Hüseyin Özer’in yetiştirdiği öğrenciler en lüks otellerin aşçıbaşı oldular.”

 

DÜNYANIN BİRÇOK YERİNDEN MÜDAVİMLER İSTANBUL’DA DA ONUN YEMEKLERİNİ ARAYIP BULUYOR

Dünyaca ünlü şeflerin kapak yazılarıyla yayınlanan Hüseyin Özer’in Sofra Cook Book kitabında İstanbul Swiss Otel’den bahsettiği için başta İngiltere olmak üzere dünyanın birçok yerinden Sofra yemeklerinin müdavimleri İstanbul ziyaretlerinde Swissôtel’i tercih eder oldu. “İstanbul’da Swissôtel’de iken gözüme İngiltere’den tanıdık Sofra misafirleri çarpıyordu, ilk zamanlar ben de çok şaşırıyordum, selamlaşıp konuşmaya başladığımda Sofra CookBook’tan Swiss otelde şube açtığımızı öğrenmişler ve Sofra yemekleri yemek için Swiss oteli tercih etmişler. İnsan onurlandıran gururlandıran bir meslek bu” diyerek anlatıyor o günleri.

Dünyanın sayılı kitap evlerinden Harper Collins Publisher tarafından talep edilen Hüseyin Özer’in yemek tariflerinden oluşan Sofra Cookbok yemek kitabının tüm gelirleri de Hüseyin Özer Eğitim ve Kültür Vakfına bağışlanmıştır.

 

 

“TÜRKİYE’DE BÖYLE BİR LOKANTA YOK”

Başbakanlığı döneminde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Londra ziyaretlerinde Türk Büyükelçiliğinde yedikleri Sofra yemeklerini çok beğendiğini defaten belirtirken eşi Emine Erdoğan, Sofra’ya gelerek Hüseyin Özer’e teşekkürlerini iletti. Sümeyye Erdoğanda Londra eğitimi sırasında Sofra’nın düzenli müşterisi oldu. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gülde Dışişleri Bakanlığı Sofra’nın düzenli müşterisiydi, “Türkiye’de böyle bir lokanta yok” diyerek tarif ediyordu Sofra yemeklerini. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Londra’da akademik çalışmalarını yürüttüğü dönemde Sofra’nın müdavimlerindendi.

Benzer Haberler

Başa dön tuşu